DEPREM KORKUSU!

Korkuyor musunuz? “Neden korkacağım ki?” diye soruyorsunuzdur şimdi. Her şeyden, yani kafanıza saksı düşüp komaya girmekten, bir virüs yüzünden hastanelik olmaktan, felç geçirmekten, kaza yapmaktan, düşmekten, kalkamamaktan korkuyor musunuz?

Ben korkuyorum, hatta sadece kendim için değil çevremdeki insanlar için de korkuyorum. Onların başına bir şey gelecek korkusu beni bazen felç ediyor. Oğlumun daha küçücük bir çocukken elimden kurtulup yolun ortasına koştuğu bir anım var, oğluma araba çarpacağı korkusunun aklımı ele geçirmesi birkaç salise sürmüştü. Neyse ki yolda hiç araba yoktu ve oğlum yolun ortasına varmadan onu yakalayabildim. Hemen sonra oğluma avazım çıktığı kadar bağırdığımı hatırlıyorum. Korkunun bize yaptıramayacağı şey yok.

Ülkenin tamamına yayılan deprem korkusu da bunun gibi bir şey. Başımıza ne geleceğini bilmeden, bizi öldürebilecek bir tehlikeye karşı hazır bekleme dürtüsü bize olmadık şeyler yaptırabilir. Sakin sakin evinizde otururken, çayınızı yudumlarken en sakin halinizdeyken, canınız ile ilgili bir kaygınız yokken vedinlenirken. Bu sizi her türlü kaygı halinden de uzak tutar. Deprem (veya pandemi) elimizden bu rahatlığı aldı. Artık evimizde korku içerisinde oturuyoruz.

Deprem bölgesinde geçirdiğim zamandan edindiğim izlendim de buydu. Evsiz kalmışlığın, yarın ne yiyeceğiz veya ne giyeceğiz kaygısı ile karışmış bir korku hakimdi insanlarda. Ne yazık ki bu duygular az veya çok depremde evini, yakınlarını kaybetmiş herkeste var. Ancak depremin etkilemediği veya az etkilediği bölgelerde de aynı kaygı durumu görülebilir. Ne yazık ki insanoğlu olarak o kadar kırılgan ve ölüme yakınız ki ölüm ile yüzleşsek de yüzleşmesek de ondan korkuyoruz. Depremin etkilemediği İstanbul’da bile bu korku ve kaygı hali halen geçerli.

Deprem bölgesinde insanlar çadırlarda, konteynerlerde kalıyorlar. Bu durum, içme suyuna, yıkanma ihtiyacına, hijyenik bir ortama (çadırların temizliği, kişisel hijyene ulaşım vb) uzak olmanız anlamına geliyor. Bugün dahi hayatın sağladığı tüm olanaklara zorla ulaşmanız, günün herhangi bir saati evinizin tuvaletine, mutfağına rahatça gidememeniz ve ihtiyaçlarınızı giderememeniz anlamına geliyor. Oturma odanızdan mutfağınıza yürüyüp bardağınıza doldurup içtiğiniz su için ne kadar çaba sarf ediyorsunuz?Çadırda yaşayan insanlar için bu başlı başına bir sorun…

Depremin getirdiği kaygıyı, korkuyu ve ölüm tehlikesini daha yeni atlatmış veya yakınlarının ölüme tanık olmuş, kayıplarının getirdiği ruhsal yıkım ile başa çıkmak için zamanları bile olmayan insanlar için      yaşam mücadelesi vermek ne kadar acı verici anlayabiliyor muyuz?

Bu durumu düşünmek bile depremin etkilemediği bizleri nasıl korkutuyor acaba. Hayat çok kırılgan; bizler insanoğlu olarak çok kırılganız ve ölüm bizim için  anlık bir şey. Bu sorunla başa çıkamayıp ruhsal olarak yaralandığımız, hastalandığımız bir gerçek. Ölüm korkusu ve zaten zar zor sağladığımız küçük konfor alanımızın bozulacağı gerçeğini düşünmek bile zorken deprem bölgesindeki insanların çektiklerini hissedebiliyor musunuz?

Korku bize iki şey yaptırır; ya kendimizi korumak için yollar düşünürüz ya da korktuğumuz şeyi ortadan kaldırırız. Depremi ortadan kaldıramayacağımız kesin. Karşımızdaki bir düşman olsaydı belki onu kendimizden uzaklaştırmak için veya bize tehdit oluşturmasını önlemek için yollar düşünürdük ya da ondan uzağa kaçardık. Ancak insan depremden nasıl kaçabilir?  İnsanlar depremin daha az yaşandığı yerlere gitsin diye düşünüyor olabilirsiniz. Ancak kurulmuş bir hayat, yıllarca bin bir emekle edinilmiş iş, toprak, komşular, ilişkiler, içinde yoğrulduğunuz kültür, eş, dost, akraba nasıl bırakılıp gidilir? Deprem bölgesinde olmayan kişiler için bu şekilde düşünmek kolay ancak insanın yaşadığı yeri bırakıp gitmesi kolay değil. Üzerinden 1 ay geçmiş olmasına rağmen yıkımın izleri halen sokaklarda görülürken depremden uzaklaşan insanlar şimdi yıkık evlerine, viran olmuş işyerlerine geri dönüyorlar. Çadırlarda yaşamak pahasına kurdukları hayata sahip çıkıyorlar. Hayat normale dönmeye meyillidir. Ancak bu duruma normale dönmek demekten çok elde başka bir imkân olmadığı için mecburiyeti yaşamak denmeli.

Depremin ilk yaşandığı hafta arabalarına, kamyonlarına, tırlara tonlarca yardım yükleyerek deprem bölgesine akın eden insanlar gördüm. Onların birçoğu evlerine geri döndü. Bu yardım çılgınlığı normal hayatlarına geri dönmek zorunda olan insanlar için iki hafta sürdü. Çünkü o insanlarında korumaları gereken bir hayatları, kaygılandıkları aileleri, işleri, korkuları var. Hayatın devamlılığını sağlamak başkalarının yaşadıkları acılara uzun bir süre ortak olmamızı engelliyor. Depremden veya yaşamın devamlılığını sağlayamayacağımızdan korkuyoruz. Ölmekten, hayatta kalırsak da aç kalmaktan, açıkta kalmaktan, üşümekten, çocuklarımızın sağlığından, başkalarının bakmaya dayanamadığımız acılarını yaşamaktan korkuyoruz.

Yazıyı pratik bir yere bağlamaya çalışmıyorum. Ancak korkularımıza da bir çözüm bulabilir miyiz diye düşünüyorum. Bir şeyi tekrar tekrar yapıp o şeyden farklı sonuç beklemek deliliktir. Ancak bir deli sonuçlarını bildiği halde aynı durumu tekrarlar, değil mi? Bizler doğadaki en akıllı canlılarız. Sizce depremin açtığı yaralardan ders alarak bu duruma bir çözüm bulmak çok mu zor? Günümüzde bina yapımı öyle gelişti ki bir binayı yapmak 6 ay gibi kısa sürede mümkün. Bu kadar korkuluyor olmasına rağmen binayı nasıl yapacağımızı bilmemek mümkün mü?

Depremdeki can ve mal kaybında insani hatalar olmadığını söyleyebilir misiniz? Depremden korktuğumuz halde ve sonuçlarından haberdar olduğumuz halde halen harekete geçmiyor olmamız kader midir?

İnsanların, depremi ilahi bir adalet olarak görme eğilimleri var. Ben Tanrı’nın böyle adaletsiz olmadığını biliyorum. Korkmamıza rağmen aynı evlerde ölümü bekliyor olmamız Tanrı’nın adaletine hakarettir. Ayağa kalkıp harekete geçmiyor olmamız, deprem olduktan sonra başkalarını, özellikle Tanrı’yı suçlamamız da bir yarar getirmeyecek. Korkan da biziz, acı çeken de biziz, uyarılan da biziz, yaralanan da ölen de biziz. Harekete geçmesi gereken Tanrı mı sizce? Teknolojinin geldiği son nimetlerden faydalanıp da en ilkel halimizle hayattan kopuyoruz. Teknolojiyi korkularımızı alt etmek için değil eğlenmek için kullanıyoruz.

Neden diye sorduğum, kayıplarım yitirdiklerim için üzüldüğüm her an insanoğlu olarak hem ne kadar güçlü olabildiğimi hem de yaşadığım bu hayatta ne kadar aciz olduğumu hatırlayıp kahroluyorum. Elimden geldiği halde yapmadığım, kirlenmiş yüreğim yüzünden, para uğruna, arzularım uğruna insan canını hiçe sayarcasına yapmaktan kaçındığım şeyler yüzünden kahroluyorum.

Siz kahrolmuyor musunuz? Bu acı er veya geç hepimizi bulacak. Bu korkuyla yaşamayı seçmek veya ayağa kalkıp iş işten geçmeden yollar düşünmek bizim seçimimiz olacak. (1.Yuh 4:18)

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Popüler Yazılar